12 Şubat 2016 Cuma

Hayal kırıklığı umutların törpüsü...



Hayal kırıklığı umutların törpüsü... Her hayal kırıklığına uğradığımda aklıma hep bu cümle gelir, cümle bana ait. Umut edersin, düşlersin, düşlemek içten içe canlandırır seni sonra umut ettiğin gerçekleşmediğinde elde var hüzün ve bir avuç hayal kırıklığı. Ama bu, umudu kaybetmeyi gerektirmez. "Törpü" kelimesi sanırım tam da buraya uyuyor. Tırnağınızı törpülemek gibi; törpülediğinizde tırnak bir yere kaybolmaz,boyu kısalır ama yerli yerinde duruyordur. Törpüleme işlemi özünde sinir bozucudur, gırç gırç sesler çıkar, kulağı tırmalar içi gıcıklar ama sonunda tırnak şekil alır. Eskisinden daha düzgün gözükür hatta yenilenir. Daha da ileri götürürsek yeni aldığı şeklin üstüne onu güzelleştirecek şeyler eklediğinizde, oje gibi mesela:), eskisinden de iyi, canlı ve parlak görünebilir.

Hayal kırklığı yaşadığımızda da umudumuz biraz hırpalanır,hüzün kaplar içimizi ama aslında umut bir yere gitmez. Sadece yeni bir şekil almaya hazırlanır. Yeni hayallerle, hüzünden çıkarılan derslerle tekrar ortaya çıkarabiliriz umudu. Tırnağın şekil alması gibi umut da iyileşip, güzelleşip kendini ertesi güne hazırlayabilir. 

Yazarken aklıma gelen çağrışım ise şu: ya çok derinden kırılmışsa? O zaman da vakit alır, ama tırnak gibi yine kökü bizdedir, içimizdedir. Bulup çıkarmak zaman alabilir ama denemeye ve uğraşmaya değer bence.İlkay'ın da dediği gibi "Güneşin olsun gönlünde ve her şey iyi olacak..."











27 Ekim 2013 Pazar

'Haz'dır o haz...Ama her zaman az...

"Hayat bize mutlu olma şansı vermedi sevgili, 
biz kendimizden başka herkesin üzüntüsünü üzüntümüz acısını acımız yaptık çünkü. 
Dünyanın öbür ucunda hiç tanımadığımız bir insanın göz yaşı bile içimizi parçaladı. 
Kedilere ağladık, kuşların yasını tuttuk... 
Yüreğimizin zayıflığı kimi zaman hayat karşısında bizi zayıf yaptı. Aslında ne güzel şeydir insanın insana yanması sevgili... 
Ne güzeldir bilmediğin birinin derdine üzülebilmek ve çare aramak. Ben bütün hayatımda hep üzüldüm, hep yandım. 
Yaşamak ne güzeldir be sevgili... 
Sevinerek, severek, sevilerek, düşünerek... 
Ve o vazgeçilmez sancılarını duyarak hayatın..."

Gençliğimden kalan Yılmaz Güney sözleri;baba evinde duvarımda asılıdır hala. İnsanı ve ötekini önemsemeyi nasıl güzel anlatmış; başka türlü yaşamak "yaşamak" olmuyor sanırım.

Bu sözler aklıma her geldiğinde çevrende olup bitenin farkında olmak, vicdanlı olmak (acımak anlamında değil) ve başkasının derdine gerçekten üzülebilmek insanı çok yoran bir şey diye düşünürüm hep. Farkında olmamak mutluluktur denir ya (sözün aslındaki cehalet kelimesini pek sevmiyorum, bence anlamını tam karşılamıyor), o zaman soru mutluluk nedir ki? Ya da o farkındalık dediğimiz şeyin bir ayarı var mıdır ki açıp kapayabilelim? 

İnsanın farklı yollarla "mutlu" olma telaşı hep vardı ve olacak bu yüzden doğru kelimenin "mutluluk" değil "haz" olduğuna inanıyorum ben; çünkü o kadar göreceli ki mutluluk dediğimiz...Ama "haz" pek çok duyguyu kapsıyor ve haz almak üzerine yapılandırılmış insanoğlu. Haz varsa, "mutluluk" dediğimiz şey var. İlla doyum olması şart değil, ya da "haz" verenin toplumsal normlar dahilinde "olumlu" bir şey olması gerekmiyor. "Acı çekiyorum ve mutluyum" en basit haliyle olumsuz algılananın hazzını anlatan bir cümle...

O nedenle bilinir ki ve araştırmalar bize söyler ki bir eylem varsa orada mutlaka haz vardır ya da ikincil bir kazanç. Her gün şikayet ettiğimiz, "yoruyor bu beni" dediğimiz ya da "yeter artık" deyip bir türlü kurtul(a)madığımız şeylerin ötesine berisine dikkatlice bakınca mutlaka, küçük de olsa bizi orada tutan bir şeyin, ikincil bir kazancın ya da hazzın olduğunu göreceksiniz. "Haz" prensibine inancım fazla...Bir de edilgen ve bağlı konumdan (çocukluktan) etken konuma geçtiğimiz an itibari ile "seçim"lerimizden ibaret olduğumuza. Belki nerede doğacağınızı, anamızı babamızı seçemiyoruz ama yetişkinliğe adım attıktan sonra seçme şansımız hep var. Seçimlerimizin götürdüğü şeyleri yaşıyoruz...

Seçmek dediğimiz "haz"dan bağımsız mı? Tabi ki hayır... A'yı değil de B'yi seçmek sadece mantıkla olmuyor, duygunun eşlik etmediği bir an yok...

Ama yakınmadan, şikayet etmeden duramıyoruz değil mi? Ahlar vahlar hiç bitmiyor; çünkü ilişkisel olarak da birbirimizin dürtülerini besliyoruz. Yakınan ben, ilgiyi almaya çalışan ben, ilgiyi veren öteki...Yine hazzın öznesi biz ama kaynak dışarıda. Şuanda bu yazıyı yazıyorum "salt" amacım sizlerin sorgulamasını sağlamak ve gözünüzü açmak mı? "Evet" cevabı çok naif olur sanırım. Beğenilmek, okunmak, takdir edilmek, derdimi anlatmak, başkalarına ulaşmak.... gibi çoğaltılabilecek ikincil kazançlarım var. İnkar etmek, yazının ruhuna ters olur:) Yazdığım sadece bana kalsa bile yazıp içimi dökmenin bile bana bir rahatlama getirisi var.

Bu nedenle- kulağınıza ne kadar acımasız gelirse gelsin- hiçbirimizin hiçbir şeyi sadece "yapmak" için yaptığımıza inanmıyorum. Hep diyorum ve demeye devam edeceğim,insanoğlu bencildir. Kimse kimseye sadece "saçını süpürge etmemiştir"; hiçbir şey "sırf sizin için" yapılmamıştır... Ben ve öteki birbirini besler, arada ilişki vardır, duygu vardır. Duygunun olduğu yerde ise dürtü vardır, haz vardır. Acı haber: tam doyum hiç bir zaman yoktur(psikanalistler tam doyumun sadece bebek annenin memesinden ilk defa emdiği anda olduğunu, onun dışında insanoğlunun tam doyuma ömür boyu ulaşamadığını söylerler). O nedenle yakınmalar, şikayetler hep olacaktır; ben insanlık için varım'cılar da hep olacaktır. Kahramanlar, mazlumlar, kurbanlar vb. toplumsal roller olacak içini dolduranlar değişecektir.

Dolayısıyla yazının başına dönersek hayatımız "haz" peşinde devam ettiği gibi, farkında olsak da olmasak da baki kalan tek şey insana has "bencillik" olacaktır.Yani "sevgili" ;hayat bize mutlu olma şansını vermiyor gibi görünse de biz alttan alta o şansı hayattan sürekli alıyor olacağız. 

Ben farkındalığa buradan başlayıp, kendimizi kabul edelim derim...Çok mu sert ve acımasız oldu? Belki de benim hazzım da düşüncenize çomak sokup, sizinle tartışmaktan olacaktır:) Kim bilir?;)



24 Ekim 2013 Perşembe

Kadın-Erkek;Anne-Baba ve Toplumsal Ahlak Üzerine

Son bir haftadır gündemi işgal eden "cani anne" haberi hepimizi etkilemiştir diye düşünüyorum. İlk tepkiler: "Bu nasıl annelik, bebeğini ölüme terketmiş", "Vicdansız, cani kadın..." vb. oluyor haliyle; çünkü vicdanımızda bir yerlere dokunuyor bir bebeğin ölümü...

Benim gördüğüm ise medyanın yansıttığından biraz daha farklı. Bir bebeğin ölüme terk edilmesinin kabul edilir bir yanı olmadığı aşikar fakat o bebeğin sorumluluğunun sadece "kadın"da olmadığı da apaçık ortada. Bu benim ilk aklıma gelen: Bebeğin dünyaya gelmesine vesile olan "erkek" nerede? Bugün bir açıklama gelmiş o cenahtan: "Benim bebekten haberim yoktu" görmedim, duymadım, bilmiyorum... Ne kadar inandırıcı? Bence hiç değil. Halihazırda tüm spotlar kadının üzerindeyken, bu şekilde kenara çekilmek zor olmasa gerek. Şeytan belli, bir taş da neden o atmasın ki...

Kadının anlattığı hikaye ise daha farklı: Yalnız geçen bir hamilelik süreci;herkesten saklanılmaya çalışılan gebelik; aileden, toplumdan çekinme utanç...Evde yalnız doğum...Hikayenin hepsi doğru olmayabilir ama ortada olan şey; "ahlak" dediğimiz mefhumun evlilik dışı ilişki ve çocuk üzerinden beynimize kazıdığı yargıların bir insanı çıkmaza sürükleme hali...

Dikkat ettiniz belki bebeğin dünyaya gelmesinden sorumlu kişilere kadın-erkek diye hitap etmek istedim; çünkü hikaye annelik-babalık hikayesi değil; ortada bir "anne" ya da "baba" yok. Çıkmazdan akli dengesi epey sarsılmış bir kadın ve üç maymunu oynayan bir erkek var. Bir de hikayedeki tek masum bebek... Spermlerimizin döllenmesiyle bebek dünyaya geliyor ama anne-baba olabilmek başka bir şey; bu haber için iki bireyin de bu noktadan epey uzak olduğunu görüyoruz. Bu kısmı açıp, Amerika'yı yeniden keşfetmeye gerek yok.

Uzman olarak gördüğüm; eve geldiğinde cansız bebeği biberonla beslemeye çalışan, sonra alıp bebeği hastaneye götüren öncesinde ise iki biberon mamanın bebeği iki gün tok tutabileceğini ve yaşaması için üstünü örtmenin,sıcak tutmanın yeteceğini düşünen realiteden kopmuş, psikotik belirtiler gösteren bir kadın, bir "cani" değil...

İnsan olarak gördüğüm ise toplumsal ahlakın çürümüş ve kokuşmuşluğu; bir "şeytan" belirleyip taşlama isteği (Vurun Kahpeye misali...) ve "dişi" üzerinden yürütülen bir karalama kampanyası. Acaba hiç düşünmüyor muyuz; bu kadın evlilik dışı bebeğini rahatça doğurabilseydi, ilişkisini sır gibi saklamak zorunda kalmasaydı, kadının ailesi kızlarını koşulsuzca kabul edebilseydi, o "vah vah" dediğiniz bebek yaşıyor olabilirdi...

Hala kalıplaşmış zihinlerimizin ve toplumsal yargılarımızın bu konuda suçsuz olduğunu mu düşünüyoruz? Eğer vicdanınız sadece "kadın"ı "cani" ilan ediyorsa durup düşünme vaktidir derim. Burada hepimizin elleri kirli, o bebeğin ölümünden hepimiz sorumluyuz, olayın içinde olan ise ruhsal yapısı oldukça tahrip olmuş bir "kadın"...

Ve biliyoruz ki ruhsal problemler ve malum tahribatlar hiçbir zaman toplumdan ve çevreden bağımsız değildir. Zihinlerimiz bize bağımlıdır ama dış mekandan bağımsız değildir...

Kalıplaşmış zihinlerle bilişsel körlükler yaşamak normal çünkü göz yalnızca zihnin kavramaya hazır olduğu şeyleri görür. Zihinsel körlüklerimizin en aza inmesi, galeyana gelmeden daha duyarlı düşünebilmek hepimiz adına dileğimdir...

Kürkçü Dükkanına Dönüş...

Çok uzun zamandır bloğa yazmıyorum. Epey ihmal ettim burayı, iş güç hayat derken düşündüm ama aklımdan geçenler bana kaldı...Yine yeniden canlı bir istekle dönüş yaptım kürkçü dükkanına.Hem bilgilendirici hem de gündeme dönük bu sefer yazma hevesim. Tekrar merhaba öyleyse, hazırsak başlayabiliriz :)

15 Ekim 2012 Pazartesi

Anne-Baba-Çocuk Arasında” Uzman” Kalabilmek…



Anne-baba-çocuk arasında duran kişi olmanın iyi gelen ve zorlayan yanları üzerine bir yazı bu… Nerden çıktı derseniz uzun süredir (bu işi yaptığımdan beri diyelimJ) kafamı kurcalıyor zaten. İnsanlar gelip size çocukları hakkında danışıyor; dinliyorsunuz, değerlendiriyorsunuz ve “çocuklarını” onlara anlatıyorsunuz…

Aslında yazarken tekrar fark ediyorum ki ne kadar zor bir süreç anne-baba için… “Dış kapının mandalı” gelip çocuğunuzda bu var şu var diye konuşuyor karşınızda… Bunu şöyle yapın, bunu yapmayın, bunu yapmadığınız için bu olmuş vıdı vıdı… Siz uzman olarak ne kadar “empatik”, ne kadar “yapıcı”, “suçlamadan” vs. söyleseniz de haliyle dokunuyor, dokunmaz mı… İlk sorgulanan belki de ebeveynlik becerileri oluyor. Kimi aile bunu direk soruyor kimisi bir takım dolaylı yollardan veriyor o mesajı size… İşte bu noktada aile için zor bir karar verme zamanı: sisteme yabancı birini almalı mı?

Bir ailenin, bir çocuğun hayatına hem dışarıdan hem içeriden bakmaya çalışmak zor, dikkat gerektiren, hassas bir iş… Sanırım en çok dikkat edilmesi gereken nokta “danışmaya gelen çocuğun sizin çocuğunuz olmadığını” hep aklınızda tutmak… Ne çok sahiplenmek ne de çok uzak durmak… Dinlemek ama yargılamamak, eğriyi doğruyu görmek ama suçlamamak…

Zor oluyor… Ama imkânsız değil… Bu zamana kadar fark ettiğim şey ne zaman hem ailenin hem de çocuğun yanında durduğunuzu tam olarak hissettirirseniz; “ahaaa sizi yakaladım, bu çok yanlış” değil de “bu, probleme yol açabilir, bunu sizin sisteminizde sizinle beraber nasıl irdeleriz/çözeriz” derseniz; hem mesafeli hem de yakın olabilirseniz yani “tepeden bakan uzman”  değil “aynı seviyede duran ama hem dışarıdan hem de uzman gözlüğüyle bakabilen” olmak daha kabul edilir oluyorsunuz…

Bu aslında “kendi duygularınızı işin içine karıştırmadan”, “duygularınızı dinlemek” gibi bir şey sanırım…

Çok da anlatılmıyor aslında anne-baba-çocuk arasında kendi insaniyetinizi/özünüzü kaybetmeden uzman gözlükleriyle bakabilmek zor iş; çünkü durduğunuz yer “araf” gibi bir yer: doktor değilsin incele, tanıyı koy, ilacı yaz; öğretmen değilsin anlatıp, öğreteceğin somut şeyler sınırlı; arkadaş değilsin mesafe olmadan objektivite olmuyor… Bu da bu işin dilemması sanırım…

Ha tabi ki bu yazıyı ben bunu çok iyi yapıyorum diye yazmadım, haşaaa!!!Tabi ki burada yazmadığım eksik gedik başka pek çok unsur var. Zaten bu yazı ne bir ders, ne bir öneri, ne de bilgilendirme… Sadece bu hep aklımın içindeki “uzman kurdu”: nerde durduğumu bilememek değil, dengede durmaya çalışmak…

11 Ekim 2012 Perşembe

Bir kitap, bir film ve bir site:)


Uzun upuzun bir aradan sonra elim tekrar yazmaya gitti... Bloğuma geri döndüm:) Bloğun bu seneki açılışını 3 öneri ile yapmak istedim:

Kitap: Önereceğim kitabın adı "Zor Bir Ailede Büyümek" iletişim yayınlarından çıkmış bir kitap. "Bana aileni söyle sana kim olduğunu söyleyeyim" tarzında bir kitap diyebilirim:) Okuyun, kendiniz yorumlayın kitabın arkasından bir bölüm:
"Her birimiz küçükken anne-babalarımızın içimize ektiği zihinsel ve duygusal tohumlarla büyüyoruz. Kimi ailelerde bu tohumlar sevgi, saygı ve bağımsızlık kaynağı olurken, ne yazık ki bir çok ailede tohumların arasında korku, yaptırım ve suçluluk duyguları da bulunuyor. Bu tohumlar biz büyüdükçe filizleniyor ve yetişkinlik hayatımızda duygularımızı, davranışlarımızı, dolayısıyla başkaları ile kurduğumuz ilişkileri etkiliyor. Kitap, küçükken anne-babaları tarafından fiziksel, duygusal ya da cinsel tacize maruz bırakılan, korku ve suçluluk duygularıyla büyütülen ya da bakımları sağlanmayan yetişkinlere, hayatlarını yeniden kazanmanın kapılarını aralıyor." 

Film: Her yerde söylüyorum buradan da söyleyeceğim "We Need to Talk About Kevin" (Kevin Hakkında Konuşmalıyız) mutlaka izlenmeli...Anne-çocuk bağlanması, aile içi ilişkiler vb.nin "uç" ama ders almaya değer şekilde anlatıldığı çarpıcı bir film...Çok etkileneceksiniz..

Site:  "Bir Dolap Kitap" çok tatlı iki insanın hazırladığı bir çocuk kitapları sitesi...Bizzat tanışma fırsatımız oldu, bize "İkinci Adım" projesinde kitap listeleri hazırladılar, çok da güzel oldu:)Mutlaka takip edin derim:)

Şimdilik bu kadar..Bundan sonra daha sık görüşeceğiz sanırım:)



17 Mart 2012 Cumartesi

Meydan Okuyan Çocuklar, Sınır Koyamayan Aileler


Günümüzde çocuklar daha hızlı büyüyor gibi… Çocuğunuz kendi haklarından, “yapmak “istediklerinden, kesinlikle “yapmak” istemediklerinden bahsediyor; sizi, dinlemekte ve yapmasını istediğiniz şeyleri yapmakta zorluyor mu? Güzel haber; çocuğunuz büyüyor ve bireyselleşiyor; dikkat etmeniz gerekense; bu durum çok sık oluyor; ayak diretmeler, tutturmalar ve çocuğunuzun karşısında çaresiz “anne-baba” profiliniz gün geçtikçe belirginleşiyorsa ipin ucunu, kaçmadan yakalamanız gerektiği… İşte tam bu noktada, çocuklar büyüdükçe sağlıklı keşiflere izin verecek kadar geniş; güvenliklerini sağlayacak ve sorumluluk kazandıracak kadar kısıtlı; ancak gelişim ve değişime fırsat tanıyacak kadar esnek sınırlara ihtiyacınız var. (Mackenzie, 1998)
Sınır Belirleme Uzun ve Dinamik Bir Süreçtir
Bir önceki paragrafta belirtildiği üzere anahtar kelimeler “geniş, kısıtlı ve esnek”… İlk bakışta birbirinden bağımsız ve tutarsız gibi gelseler de söz konusu durum çocuğunuza sınır koyabilmek olduğunda bu kombinasyonun işinize fazlasıyla yarayacağı aşikâr; çünkü kurallar ve sınırlar çok katı ya da esnek olduğunda çocuktan beklenilen davranışı elde etmek kolay olmayacaktır.
İlk olarak çocuklar hem fiziksel hem de zihinsel olarak gelişirler, büyürler ve çocuğunuza belli bir yaş için koyduğunuz bir kural iki sene sonra işe yaramayabilir. Bu nedenle kurallar ve sınırlar güncellenmelidir.
İkinci önemli nokta sınır ve kuralların ne şekilde konulduğudur. Sınırlar ve kurallar,  tepeden inme ya da dayatılarak konulduğunda; sadece çocuğun fikirleri alınarak, inisiyatifin tamamen çocuğa bırakıldığı durumlarda ya da sürekli değişkenlik gösteren, tutarsız davranışlar yaratan kural ve sınırlar yaratıldığında, ortaya çıkan tablo sağlıklı olmayacaktır. Çünkü aşırı kontrol öğrenmeye engel olur ve çocuğunuzda öfke, kaygı yaratabilir; çok geniş olan sınırlar ise kontrolsüzlük hissi yaratır, ebeveynin yetkinliğine olan güven azalır, bu da çocuğun kendisini anne-baba yanında güvensiz hissetmesine neden olur. Kural ve sınırlar değişken/tutarsız olduğunda ise çocuklar stabilite arayışı içine girerler, ebeveyni sürekli test ederler, bu durum,  bir müddet sonra çocukta isyan duygusu yaratır ayrıca ebeveynlerin bu davranış şekli ile kural ve sınır oturtması pek mümkün değildir.

Çocuklar Sınırlara Neden İhtiyaç Duyarlar?
* Çoğumuzun bildiği bir örnek vardır “Denizde mi yüzmek istersiniz yoksa havuzda mı?” Deniz her ne kadar özgürlüğü, sonsuzluğu vb. insanın ruhuna iyi gelen pek çok olumlu duyguyu barındırsa da “havuz” sınırları belirli daha güvenli bir ortamdır. Çocuklukta sınırlar “güven” duygusunun temelini oluşturur. Bu nedenle sınırlar çocuğunuzun dengeyi sağlamasına yardımcı olur.
* Sınırlar, çocuk dış dünyaya çıktığında (okul, sosyal ortamlar, ikili ilişkiler vb.) çatışmalar, reddedilmeler ve olumsuz tepkilerle karşılaşma olasılığını düşürür; çünkü çocuk dış dünyaya bu normları öğrenmiş olarak adım atar.
* Sınırlar, onaylanan davranışları tanımlar; bu nedenle çocuklar başlarını belaya sokmamak ya da olumsuz geri bildirimlerle karşılaşmamak için bu davranışları deneyimleyip, öğrenmeye ihtiyaç duyarlar.
* Sınırlar, çocukların ilişki kurma biçimlerini tanımlar. Şöyle ki çocuklar belirli sınırlar sunulduğunda, ilişkilerle ilgili belirli cevaplar almaya başlarlar. Burada kontrol kimin elinde? Ne isteyebilirim ve ne kadar ileri gidebilirim? Bu davranışı yaparsam ne olur? gibi soruların cevapları çocuğun kafasında şekillenir, bu da günlük yaşantısında ve akademik hayatında ona en çok lazım olacak becerilerden biri olan muhakeme duygusunun gelişimine önemli bir katkıda bulunur.
* Sınırlar çocuğunuzun büyüme süreci boyunca takip ettiği emniyet çizgileri ve kural levhaları gibidir. Çocuğunuz gelişip büyüdükçe, çizgiler ve levhalar onu farklı şekillerde yönlendirir ve çocuğunuz için büyümek daha somut ve anlaşılır bir hal alır.
Çocuğunuza Sınır Koymanın Püf Noktaları
-          İlk dikkat etmeniz gereken kural ve sınırı çocuğunuzun yaşına uygun şekilde belirlemek olacaktır. Örneğin 14 yaşındaki çocuğunuza, akşam 9’da yatması için bir kural koymaya çalışmak boşa bir çaba olacaktır.
-          Net ve belirgin olmak ikinci önemli nokta, çocuğunuzdan ne istediğinizi net bir şekilde ifade etmeli ve bu tutumunuzu her koşulda korumalısınız.  Sabahları evden çıkmadan önce televizyon izlediği için sürekli geç kalan çocuğunuza “Sen üstünü giyinmeden, televizyonu açmana izin vermeyeceğim” demek net bir tavırdır. Bunun yerine “Hadi kapat artık teli, sana bir daha TV yok” vb. atışmalar, tartışmalar çocuğunuzun sınırları zorlamasından başka bir işlev görmeyecektir.
-          Sakin ve kararlı durabilmeli; krizleri yönetebilmelisiniz. Çocuğunuza sınır koyarken tutturmalar, ağlamalar zaman zaman öfke nöbetleri yaşanabilir; bu gibi durumlarda sizin sakin ve kararlı olmanız, çocuğunuzun durumunu ve duygusunu ona yansıtmanız, bu durumun, bu kuralı değiştirmeyeceğini uygun, kesin ve cezalandırıcı olmayan bir dille anlatabilmeniz önemlidir. Siz bu tutumunuzu sürdürdükçe, çocuğunuz sizi ne kadar zorlayabileceğinin sınırlarını öğrenecektir ve edinmesi gereken davranışı sonunda benimseyecektir.
-          Tutarlı olmalı çocuğunuza çifte mesajlar vermemelisiniz. Kurallar ve sınırlar ebeveynin o anki psikolojik moduna ya da ebeveynin belirlediği başka bir duruma uygun olarak değişmemelidir. Evet, evin patronu ebeveyndir ama bu, ebeveyne istediği zaman kural koyma istediği zaman kaldırma yetkisi vermez; çünkü unutmayın çocuklarınız sizi model alır, bu şekilde o da “canı isterse kurala uyar, istemezse uymaz”
-          Kural sayısını az tutmak, işleyiş açısından önemlidir. Çeşit çeşit konuda bir sürü kural çocuğunuzun kafasını karıştırır. Kural ve sınırlarınızı önem ve öncelik sıralamasına koymak ve sınırlı tutmak bu noktada önemlidir. Örneğin, kendi güvenliği ve başkalarının güvenliğine dair kurallar ilk sıralarda yer alır, sonrasında toplum içinde uyulması gereken kurallar ve ev kuralları gelebilir.

Kaynaklar:
- Mackenzie,R.,J.,1998. Çocuğunuza Sınır Koyma.HYB yayıncılık, Ankara, 2004.
- Yazgan,Y., 2007. Çocuğunuz Sizden Ne Bekliyor? Çocuğunuzu anlamaya giden yolda 250 soru ve cevap. Kapital Yayıncılık, İstanbul, 2007.

8 Mart 2012 Perşembe

Farklılık, arayış, kabullenme ve ayrılık üzerine bir film… Extremely Loud&Incredibly Close (Çok Gürültülü ve Çok Yakın)



Bu film dünyaya çok farklı bir pencereden bakan bir çocuğun hikâyesi… Oskar’ın ölümü, ayrılığı, öfkeyi, merakı ve  “yetişkin dünyasına ait” pek çok farklı şeyi kendi bakış açısıyla yorumlayışını anlatan bir film… Oskar 10 yaşında, zeki, meraklı ve keşfetme dürtüsü çok yüksek (bizlerin Asperger Sendromu, Oskar’ın ise filmde “AssBurger”J olarak adlandırdığı sendrom) bir çocuk. 11 Eylül saldırıları sırasında babası da ikiz kulelerde bulunuyor ve film Oskar’ın babasına ait bir anahtarın nereye ait olduğunu keşfetme yolculuğu üzerine kurulmuş… Tabi ki bu çok genel bir tanımlama…
Bir film eleştirmeni değilim fakat film boyunca akranlarından “farklı” bir çocuğun olayları, yorumlayışı, duygularını ifade edişi, olaylara verdiği tepkiler filmin sonuna kadar sizi sürüklüyor. Asperger sendromu olan bir çocukla tanışmamış kişiler için ise onların iç dünyasını ve sosyal yaşantılarını anlamak adına mutlaka izlemeye değer…
Filmi izlediğinizde fark edeceğiniz diğer bir nokta ise, ebeveynlerin ve çocuğun yaşam alanındaki diğer yetişkinlerin; ona davranış tarzları, farklılığını kabullenişleri ve günlük yaşam içinde onun da hoşuna gidecek tarzda alanlar yaratmaları bir çocuğun hayata tutunmasında nasıl önemli bir rol oynadığı… “Çocukla çocuk olmak” biz de hep olumsuz şeyleri ifade etmek için kullanılır ya; belki çoğu yetişkinin öğrenmesi gereken zaman zaman “çocukla çocuk olmanın” aslında söylenildiği kadar olumsuz olmayacağı ama bu işin hakkını vermenin de o kadar kolay olmadığıdır. “Oyun” deyip “çocuk” deyip geçmeyin bir çocuk herkese o dünyaya giriş vizesini kolay vermiyor… İpuçlarını iyi yakalamak lazım… Bu filmdeki anne-baba ise bunu bir yaşam şekli haline getirmiş, izlerken insanın Oskar gibi “araştırmacı, bilim adamı, dedektif vb.” olası geliyor…
Velhasıl kelam izlenmeye fazlasıyla değecek bir film bence, zaten 5 dalda Oscar’a aday olmuş…Aramak mı bulmak mı? Filmi izleyip cevabını siz verin…
NOT: Asperger sendromu nedir ne değildir, beni literatüre boğmadan anlasam olmaz mı diyenler için bir kitap ve bir film daha:
Film: Ben X  Kitap: Süper İyi Günler